Makber’le Ölü sükût ile feryâddır. Yâhûd birer sükût-ı enîn-âlûddur.
Makber dediğimiz leyl-i muzlimden doğan bu ölü, âtide bir gün hakîkat gibi uryan veya kefen-pûş-ı acz ü isyan, bir tayf-ı şebrev hâlinde, eminim ki, bir Hacle’ye de girecektir.
Bu mevlûd-ı hissiyât-velûdun sadâsı işitilmez, fakat duyulur. O mehd-i sermediyyet-ahdin sükûtu bir nevi’ ilhâmdır. Meâline akıllar ermez, fakat kalblerde mânîdâr olur.
Ben ihtiyarladıkça Ölü tazeleşecek, Makber tazelenecektir. Niçin mi? Arzedeyim:
Makber’i edebî hayatımızın kabristânı gibi yâd edişim mahzâ edebiyat nokta-i nazarından bir tevcîhdir.
Yoksa bu mahşer-i dünyevî-i beşerde hayât ile memât bâki oldukça, bu kubbe-i nîlgûn-ı hilkatte sükût ile feryâd devam ettikçe ve insanlarda hissiyât bulundukça Makber’le Ölü’nün hayâtı, yâhûd bu iki eserin muhteviyâtı için zevâl ü fenâ tasavvur olunamaz.
Her ferd-i zî-rûh bir gün benim gibi musâb u mecrûh olacak, benim gibi hissedecek, benim gibi ağlayacak ve hiç görmemiş, ziyaret etmemiş olduğu Makber’le Ölü’yü kendi kendine ve mintarafillah okumuş, ezberlemiş bulunacaktır.
Makber her fâni için ebedî bir darbe, Ölü her dünyevî için mânevî bir türbedir. Bunlarda bir hüviyyet-i şi’riyye, bir tabiat-ı edebiyye, velhâsıl bir hayât-ı san’at taharrisine tasaddi nebbâşâne bir taaddi olur. O yolda bir zâir için Makber taş kesilir, Ölü sırıtgandır. Ve ben zâirin o yoldasını bir kahraman-ı hüner gibi telakki etmem. O bir edebiyat arslanı değil, belki bir mâneviyat sırtlanıdır.
Ömrüm vefa ederse Ölü ile Makber birçok âsâr-ı âtiyeye rehber olabilir. Ve onlar, tenkidât-ı edebiyyeyi kemâl-i fahr ile karşılayacak şeyler olmak ihtimâli vardır. Zâten bundan evvelki müellefât-ı hakîrânemin her sahîfesi küşâde ve mâlâmâl-i kusur u ihmal, her türlü taarruz ve tenkide âmâde bulunuyor, yırtıcı kalemlere açık sahîfeler! .. -Ancak ağlayanlara gülünmez, feryâd takbîh ve tevbîh edilmez.- Âh, Hâlık’la mahlûk arasında bir rast-gâhtır.
Bu iki kitâbın sâhibi mümkin ve muammer olup da meselâ yetmiş yaşına erdiği zaman, o iki âh-ı cangâh otuz yedi seneden beri rû-be-râh-ı İlâh olmuş olacak ve onlara, kim bilir, esnâ-yı seferde daha ne vâveylâlar katılacak, fakat bu kâfile-i iftirânın son rehrevi bir sükût-ı ebedî olacaktır.
Bunun için -sükût ile feryâd- bâki oldukça demiştim. Ve Ölü ile Makber işte yalnız bu itibar ile dâima taze vü ter kalacak; üslûbu, elfâzı ne kadar herem ve kıdem kesbederse etsin.
Diyebilirim ki Makber’le Ölü benim eserim değil, yâdigâr-ı rûzgârdır. Yâhûd benim eserimdir, hiçliktir, fakat pâydârdır.
Viyana, 15 Mayıs 1922